Yazılar

Ahilik Haftası Kutlu Olsun

Ahilik Haftası Kutlu Olsun, Ahilik Nedir, Ahi Evran, Hacı Bektaş

Ahilik Haftası Kutlu Olsun

Ahilik Haftası Kutlu Olsun

Ahilik Haftası Kutlu Olsun

Bu yıl 17-23 Eylül tarihleri arası ”Ahilik Haftası” olarak, tüm Türkiye’de esnaf, tacir ve sanayicilerimiz tarafından kutlanmaktadır.

Ahilik Haftası nedeniyle, Perpa Ticaret Merkezi’ne İstanbul Valiliği’nin, ahiliği anlatan onlarca afişi ve Perpa Girişine esnafın ahilik haftasını kutlayan pankartlar asıldı.

Ahilik haftası nedir?

Ahilik Haftası Kutlu Olsun

Ahilik Haftası Kutlu Olsun

Ahilik, Ahi Evran tarafından Hacı Bektaş-ı Veli’nin tavsiyesiyle kurulan esnaf dayanışma teşkilâtıdır.

 Ahi kelimesi Arapça’dır ve “kardeş/ kardeşim” demektir.

Ancak bazı araştırmacılar, Ahi sözcüğünün Türkçe’de cömert, eliaçık, yiğit anlamına gelen “akı” sözcüğünden geldiğini ileri sürmektedirler.

Anadolu’da Türk kurum ve terimlerinin fazlalaştığı bir dönemde “akı”nın, Arapça “kardeşim” anlamına gelen “ahi”ye dönüştüğü sanılmaktadır.

Ahilik Haftası Kutlu Olsun

Ahilik Haftası Kutlu Olsun

Orta Asya’da hüküm süren Oğuz Yabguluğu yıkılınca Oğuz Türkleri yavaş yavaş Selçuklu egemenliği altına girerek Anadolu’ya göç etmeye başladı.

Ekseriyeti göçebe olan Oğuzlar, kopup geldikleri Orta Asya şartlarına  benzediği için daha çok Orta Anadolu kırsalını mesken olarak tercih ettiler.

İslam dini, yerleşik hayatı gerekli kılıyordu. Göçebe Türkmenlerin İslâmlaşma sürecini hızlandırmak, Anadolu’yu Türk yurdu haline getirmek, şehirlerde yaşayan Rum ve Ermeni tacirleriyle rekabet edebilmek amacıyla Hacı Bektaş-ı Veli, Ahi teşkilâtının Anadolu’da yayılmasına çalıştı.

Bu açıdan Anadolu’da Ahiliğin şekillenmesinin ve köylere kadar teşkilatlanmasının politik ve sosyo ekonomik bir hedef çerçevesinde gerçekleştiği görülür.

Bu hareket Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde Anadolu’da yaşayan Müslüman Türkmen halkın sanat, ticaret, ekonomi gibi çeşitli meslek alanlarında yetişmelerini sağlayan, onları hem ekonomik, hem de ahlaki yönden yetiştiren, çalışma yaşamını iyi insan meziyetlerini esas alarak düzenleyen bir örgütlenme olarak gelişti.

Ahilik Anadolu’nun Türkleşmesini sağladı

Ahilik Haftası Kutlu Olsun

Ahilik Haftası Kutlu Olsun

1.Ahilik, Anadolu’da köylere kadar yayılarak Anadolu’nun daha kısa sürede Türkleşip İslamlaşmasını sağlamıştır.

2.Göçebe Türkmenler yerleşik hayata geçirilerek hem İslami uyum kolaylaşmış, hem de Türk şehirciliği hız kazanmıştır.

3.13. Yüzyıl’ın ikinci yarısına kadar çoğunlukla gayrimüslimlerin Türk olmayan yerli halkın elindeki sanat ve ticaret işlerine Müslüman Türkler de katılmış ve hızlanma kazandırmıştır.

4.Türk esnaf ve sanatkarları arasında sağlanan dayanışma ve yardımlaşma sayesinde Ahilik önemli bir güç haline gelmiş, hız kazanmış, asayişin bozulduğu zamanlarda  (örneğin Moğol İstilası) kendi otoritesini yürütmüştür.

5. Dini ve ahlaki yapı korunmuştur.

Ahiliğin kendi kural ve kurulları vardır. Günümüzün esnaf odalarına benzer bir işlevi olan Ahilik, iyi ahlakın, doğruluğun, kardeşliğin, yardımseverliğin kısacası bütün güzel meziyetlerin birleştiği bir sosyo-ekonomik düzendir

Ahi-Bektaşi birlikteliği

Ahilik Haftası Kutlu Olsun

Ahilik Haftası Kutlu Olsun

Prof. Dr. Köprülü’ye göre Ahi birliklerinin ideolojik yapısını oluşturan öğelerden birisi Bâtınîliktir ve Ahilik teşkilatı Bektaşi İslâmî bir yapı barındırmaktadır. Ayrıca seyyah İbn-i Batuta’nın ifadesine göre Ahi zaviyeleri Bektaşi dergahına mensuptur.

Hacı Bektaş-ı Veli’yle Ahi Evran’ın Kırşehir’de sık sık bir araya gelerek bu birlikteliğin yolunu açmışlardır.

Hazreti Ali söylentisi

Ahiliğin geçmişini Ali’ye  kadar geriye götürenler de vardır. Fütüvvetnâmelere göre, Ahiliğin  menşei Ali’ye dayanmaktadır.

Ahilik Haftası Kutlu Olsun

Ahilik Haftası Kutlu Olsun

Hazreti Muhammed, Ali’ye “Sen benim yoldaşımsın, ben Cebrail’in yoldaşıyım, Cebrail de Allah’ın yoldaşıdır” dedikden sonra Salmân-ı Fârisî’ye Ali’ye yoldaş olmasını söylemiştir.

Salmân-ı Fârisî’de bunun üzerine Ali’nin elinden tuzlu su içerek ona yoldaş olmuştur.

.Bundan sonra Hazreti Muhammed, Hazreti Ali’ye: “Ya Ali ben seni tamamlıyorum ve olgunlaştırıyorum” diyerek şalvar giydirmiş ve beline bağlamıştır.

.Fütüvvetnâmelere göre; fütüvvetin temeli budur ve fütüvvet ehli arasında kadeh sunmak, şalvar giydirmek ve bel bağlamak, yani yoldaşlık ve kardeşlik kuralları buradan gelmektedir. Peştamal kuşanmak.

Ahilik Haftası Kutlu Olsun

Ahilik Haftası Kutlu Olsun

Ahi olmak ve peştemal kuşanmak için kişinin bir Ahi tarafından önerilmesi zorunludur. Üye olmak isteyenlerden yedi fena hareketi bağlaması ve yedi güzel hareketi açması beklenmektedir:

1.Cimrilik kapısını bağlamak, lütuf kapısını açmak

2.Kahır ve zulüm kapısını bağlamak, bilim ve mülâyemet kapısını açmak

3.Hırs kapısını bağlamak, kanaat ve rıza kapısını açmak

4.Tokluk ve lezzet kapısını bağlamak, riyazet kapısını açmak

5.Halktan yana kapısını bağlamak, Hak’tan yana kapısını açmak

6.Herze ve hezeyan kapısını bağlamak, Marifet Kapısını açmak

7.Yalan kapısını bağlamak, doğruluk kapısını açmak

Kafirler, çevresinde iyi tanınmayanlar, kötü söz getirebileceği düşünülenler, zina ettiği ispatlananlar, katiller, (kasaplar), hırsızlar, dellallar, vergi memurları, vurguncular örgüte katılamaz.

Kadınlar, Ahiliğin “kadınlar kolu” olan Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacıları) teşkilatına üye olabilir.

Ahilik çok yönlü bir disiplin

Ahilik Teşkilatı Selçuklular döneminde ekonomik ve ticârî faaliyetlerinin yanı sıra, askerî ve siyasî faaliyetlerde de bulunmuş, aynen Bektaşi ve Yeniçeri Ocaklarının olduğu gibi Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunda ve güçlenmesinde etkin rol oynamışlardır.

Aşıkpaşazade Derviş Ahmet, Osmanlı’nın kurulmasında etkin olan Dört unsur arasında Ahiliği de belirtmiştir. İlk Osmanlı padişahlarının ve vezirlerinin çoğu Ahi Teşkilâtı’na mensup şeyhlerdir.

Ahi Teşkilâtı’nın müslümanlara has bir kurum olarak iş görmesi 17. Yüzyıl’a kadardır.

Osmanlı Devleti’nin hakimiyet alanı genişleyip, gayrimüslim oranının artmasıyla farklı dinden kişilerin ortak çalışması zorunlu olmuştur.

Din ayrımı gözetilmeden ortaya çıkan bu kuruluşa da gedik denmiştir. 1727 yılından sonra kullanılan gedik tanımı tekel veya imtiyaz anlamına gelmektedir. “Osmanlı bünyesindeki esnaflığa ve sanatkarlığa kabul şartları”nı ifade etmektedir.

Yapı olarak ahilikten farklı olmamakla birlikte ömrü uzun olmamıştır. Zira 1838 Balta Limanı Antlaşması’yla tekel idaresi ortadan kalkmış ve gedikler çözülmüştür.

Ahilik düzeni

Ahilik teşkilâtı 3 dereceli bir düzene dayanır. Her kapı üç dereceyi içerir. Bu dereceler şöyle sıralanır:

1)Yiğit, Yamak, Çırak

2)Kalfa, Usta, Ahi

3)Halife, Şeyh, Şeyh-ül Meşayıh

Ahilik ve kurum düzeni bugünlerin şartlarında bile, 5 çekirdek ilke ile, “Toplumsal sorumluluk, hizmette mükemmellik, dürüstlük ve doğruluk, ortak yaşama” ile örnek bir ‘yatay örgütlenme’ toplum hareketidir. “Pabucunu dama atmak” sözü ahiliğin peştamal kuşanma töreni ile ilgilidir.

Çıraklıktan kalfalığa geçiş töreni öncesinde eğitimi tamamlanan çırağın pabucu dama atılır. Kalfa, çıraklıktan kurtulduğuna göre,rtık kendi kanatlarıyla uçacaktır. Ustaları, kalfaları eskisi gibi onu artık kollamayacak, korumayacaktır.

Ahilikte sanatkarlar gündüzleri işyerlerinde hiyerarşi içinde mesleğin inceliklerini öğrenirler, akşamları toplandıkları ahi konuk ve toplantı salonlarında aynı hiyerarşi içinde ahlakî ve felsefî eğitim görürler.

Anadolu’da Ahiliğin Ortaya Çıkış ve Nedeni

Orta Asya’da hüküm süren Oğuz Yabguluğu yıkılınca Oguz Türkleri yavaş yavaş Selçuklu egemenliği altına girerek Anadolu’ya göç etmeye başladı. Ekseriyeti göçebe olan Oğuzlar, kopup geldikleri Orta Asya steplerine benzediği için daha çok Orta Anadolu kırsalını meskun olarak tercih ediyorlardı.

Dolayısıyla Orta Anadolu’nun Türleşip İslamlaşması hızlı olurken, şehirlerde bu dönüşüm yavaştı. İslam dini de, yerleşik hayatı gerekli kılıyordu. Bu nedenle, göçebe Türkmenler’in İslamlaşma sürecini hızlandırmak, Anadolu’yu Türk yurdu haline getirmek, şehirlerde yaşayan Rum ve Ermeni tacirlerle rekabet edebilmek amacıyla Ahi teşkilatı Anadolu’da kuruldu.

Kısacası Anadolu’da Ahiliğin şekillenmesi ve köylere kadar teşkilatlanması politik ve sosyo ekonomik bir mecburiyetin ürünüdür. 

Ahiliğin kuruluşu ve Anadolu’da yayılışı Azerbeycan’ın Hoy kasabasında doğan Şeyh Nasırettin Mahmut el Hoyi (Ahi Evren) Ahi Teşkilatı’nın kurucusu sayılmaktadır. Bağdat’ta büyük üstadlardan ders alan Ahi Evren, Arapların kurduğu Fütüvvet Teşkilatı’ndan etkilenerek, 1205’te Anadolu’ya gelmesinden kısa bir süre sonra ilk olarak Kayseri’de Ahilik Teşkilatını kurmuştur.

Tarihi kaynaklardan, Ahi Evren zamanında Anadolu’nun şehir ve kasabalarında ortaya çıkan Ahi kurumlarının, Ahi Evrene bağlı merkezi bir teşkilat olabileceği imajı çıkıyor. En azından bu kurumlar, O’nun koyduğu ilkelere bağlı kalmış olmakla, manen ahi Evren’nin liderliğindeki geniş bir teşkilatın şubeleri gibidir.

Fakat O’nun ölümünden sonra, bağlı olunan ilkelerde büyük benzerlikler mevcut olmakla beraber, İbn-i Batuta’nın belirtiği gibi, Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar yayılan bu kurumlar arasında organik bir bağ bulunmamaktadır. 

Ahilik Teşkilatı’nın sonuçları

Ahilik, Anadolu’da köylere kadar yayılarak Anadolu’nun daha kısa sürede Türkleşip İslamlaşmasını sağlamıştır.

Göçebe Türkmenler yerleşik hayata geçirilerek hem İslami uyum kolaylaşmış, hem de Türk şehirciliği hız kazanmıştır.

13.yy’ın ikinci yarısına kadar çoğunlukla gayrimüslimlerin Türk olmayan yerli halkın elindeki sanat ve ticaret işlerine Türkler de katılmış ve canlılık kazandırmıştır.

Türk esnaf ve sanatkarları arasında sağlanan dayanışma sayesinde Ahilik önemli bir güç haline gelmiş, asayişin bozulduğu zamanlarda (örneğin Moğol İstilası) kendi otoritesini yürütmüştür.

Dini ve ahlaki yapı korunmuştur.

Ahiliğin kökeni ve dini yapısı Prof. Dr. Sebahattin Güllülü’ye göre Ahi birliklerinin ideolojik yapısınıoluşturan ögelerden birisi Batıniliktir ve Ahilik teşkilatı gayri İslami bir yapı barındırmaktadır.

Fakat Prof. Dr. Hilmi Ziya Ülken’e göre Ahiliğin esas kuralları bütünüyle İslami tasavvufa dayanmakta, onun zahitlik, feragat ve doğruluk prensiplerini kabul etmektedir. Ayrıca seyyah İbn-i Batuta’nın ifadesine göre Ahi zaviyeleri Hanefi mezhebine mensuptur. 

Fütüvvetnameler göre, Ahiliğin anenevi menşei Hz. Ali’ye dayanmaktadır. Peygamber Hz. Muhammed, Hz. Ali’ye “Sen benim yoldaşımsın, ben Cebrail’in yoldaşıyım, Cebrail de Allah’ın yoldaşıdır” diyor. Sonra Selman-ı Farısi’ye Hz. Ali’ye yoldaş olmasını söylüyor.

Selman da Hz. Ali’nin elinden tuzlu su içerek ona yoldaş oluyor. Bundan sonra Peygamber Hz Muhammed S.A.V., Hz. Ali’ye: “Ya Ali ben seni tamalıyorum ve olgunlaştırıyorum” diyerek şalvarını giydiriyor ve beline bağlıyor. Fütüvvetnamelere göre; fütüvvetin temeli budur ve fütüvvet ehli arasında kadeh sunmak, şalvar giydirmek ve bel bağlamak, yani yoldaşlık ve kardeşlik kuralları buradan gelmektedir. 

Ahilik teşkilatına üye olmanın şartları

Ahi olmak ve peştemal kuşanmak için kişinin bir Ahi tarafından önerilmesi zorunludur. Üye olmak isteyenlerden yedi fena hareketi bağlaması ve yedi güzel hareketi açması beklenmektedir: 

Cimrilik kapısını bağlamak, lütuf kapısını açmak

Kahır ve zulüm kapısını bağlamak, hilim ve mülayemet kapısını açmak

Hırs kapısını bağlamak, kanaat ve rıza kapısını açmak

Tokluk ve lezzet kapısını bağlamak, riyazet kapısını açmak

Halktan yana kapısını bağlamak, Hak’tan yana kapısını açmak

Herze ve hezeyan kapısını bağlamak, kapısını açmak

Yalan kapısını bağlamak, doğruluk kapısını açmak

Kafirler, çevresinde iyi tanınmayanlar, kötü söz getirebileceği düşünülenler, zina ettiği ispatlananlar, katiller, hayvan öldürenler (kasaplar), hırsızlar, dellallar, cerrahlar, vergi memurları, avcılar, vurguncular örgüte katılamaz. Kadınlar da örgüte katılamaz. Bu nedenden ötürü kadınlar da Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacıları) teşkilatına üye olmuşlardır. 

Ahilik haftası Ahilik Teşkilatı’nın özellikleri

Ahilik teşkilatı Selçuklular döneminde ekonomik ve ticari faaliyetlerinin yanı sıra, askeri ve siyasi faaliyetlerde de bulunmuş, Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunda ve güçlenmesinde etkin rol oynamışlardır.

Aşıkpaşazade, Osmanlının kurulmasında etkin olan 4 unsur arasında Ahiliği de belirtmiştir. İlk Osmanlı padişahlarının ve vezirlerinin çoğu Ahi Teşkilatı’na mensup şeyhlerdir. 

Ahi Teşkilatı’nın müslümanlara has bir kurum olarak iş görmesi 17. yüzyıla kadardır. Osmanlı Devleti’nin hakimiyet alanı genişleyip, gayrimüslim oranının artmasıyla farklı dinden kişilerin ortak çalışması zorunlu olmuştur. Din ayrımı gözetilmeden ortaya çıkan bu kuruluşa da “gedik” denmiştir.

1727 yılından itibaren rastladığımız bu kavram Türkçe bir kelime olup tekel veya imtiyaz anlamına gelmektedir. Kavram olarak “Osmanlı bünyesindeki esnaflığa ve sanatkarlığa girişi tetkik etmek” demektir.

Yapı olarak ahilikten farklı olmamakla birlikte ömrü onun kadar uzun olmamıştır. Zira 1838 Balta Limanı Antlaşmasıyla tekel idaresi ortadan kalkmış ve gedikler çözülmüştür. 

Ahilik teşkilatı 3 dereceli bir düzene dayanır. Her kapı üç dereceyi içerir. Bu dereceler şöyle sıralanır:

Yiğit

Yamak

Çırak

Kalfa

Usta

Ahi

Halife

Şeyh

Şeyh-ül Meşayıh

Ahilik, Galip Demir’e göre, “Türkler’in Rönesansı”dır. Veysi Erken’e göre, Ahilik ve kurum düzeni bugünlerin şartlarında bile, 5 çekirdek ilke ile, “Toplumsal sorumluluk, Hizmette mükemmellik, Dürüstlük ve doğruluk, Ortak yaşama “ ile örnek bir ‘yatay örgütlenme’ toplum hareketi şekilendiriyor. Erken, Ahiliğin bu yönüyle, 2000’li yıllar için bile ileri bir örgütlenme modeli sunduğunu kaydediyor. 

Ahilik töreleri yaygın Türkçe deyimlere dönüşmüşlerdir. Örnek olarak `pabucunu dama atmak` sözü ahiliğin peştamal kuşanma töreni ile ilgilidir. Çıraklıktan kalfalığa geçiş töreni öncesinde eğitimi tamamlanan çırağın pabucu dama atılır. Bir yandan da artık ustalarından, kalfalarından eskisi gibi ilgi görmeyeceğini ortaya koyar bu deyim. 

Ahilikte sanatkarlar gündüzleri işyerlerinde 4 aşamadan oluşan hiyerarşi içinde mesleğin inceliklerini öğrenirler, akşamları toplandıkları ahi konuk ve toplantı salonlarında aynı hiyerarşi içinde ahlaki ve felsefi eğitim görürlermiş. 

Kırşehir de kabri bulunan Ahi Evran’ın kurduğu bu teşkilatla ilgili Ahilik geleneğinin unutulmaması için Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Odaları tarafından bazı şehirlerde her yıl Ahilik haftası ve kutlamaları yapılmaktadır. Ahilik teşkilatı, gençlerin iyi yetişmesini ve meslek kazanmasını sağlardı.

Savaş, afet vs. kötü durumlarda da kuruma üyeler ve halk arasında dayanışma olurdu. Padişahlar ve diğer yöneticiler de ahilik teşkilatını destekleyerek gelişmesini istemişlerdir. 

Ahilik haftası

İçtimai bir teşkilat. Selçuklu Türklerinde dini ve milli birliğin muhafazasında, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve Osmanlı insanının yetişmesi ve terbiyesinde büyük hizmetler görmüştür.

Sonraları, esnaf ve san’atkarlar birliğine isim olarak verilmiştir. Arabça kardeşim demek ahi; Türkçe cömert, eli açık manasına olan akı kelimesinden gelmektedir. Ahiliğin esasını ve ilk safhasını fütüvvet teşkil eder. 

Fütüvvet, cömertlik, mürüvvet ve asalet gibi faziletleri ihtiva etmesi bakımından ahlaki; bu faziletlerin icabını yerine getirmeyi vazife edinmiş kimselerin meydana getirdiği birliklere alem olması itibariyle içtimaidir. Fütüvvet, ahlaki bir mefhum olarak, daha çok tasavvufi eserlere mevzu olmuştur.

Bu manada fütüvvet, müslüman kardeşinin işini görmek, onun yardımında bulunmak, hata ve kusurlarını af edip, husumet ve düşmanlık beslememek, ayıp ve kusurlarını örtmek; kendisini başkasından üstün görmemek, musibete uğrayan düşman bile olsa sevinmemek gibi hasletleri ifade eder. Bu hasletleri haiz olana feta (yiğit) denir. Çoğulu fityandır. 

Sekizinci asırdan itibaren Horasan ve Belh civarında fityanın yaygınlaştığı, dokuzuncu asırda ahi ünvanının Türk mutasavvıfları arasında kullanıldığı, onuncu asırda Semerkand’da teşkilatlanmış fityanın bulunduğu, on birinci yüzyılda fütüvvetin Türkistan’dan Anadolu’ya kadar bilhassa esnaf ve san’atkarlar arasında yayıldığı kaynaklarda yazılıdır.

Ancak bir teşkilat olarak fütüvvetin ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı bilinmemektedir. Bilinen, fütüvvetin sistemli bir teşkilat olarak tarihe geçmesine otuz dördüncü Abbasi halifesi Nasır li dinillah’ın (v.1180/575) sebeb olduğudur. 

Halife Nasır, o zamana kadar herbiri kendi başına hareket eden fütüvvet birliklerini ıslah etti. Bu konuda, büyük mutasavvıf Şihabüddin Sühreverdi’den ziyadesiyle destek gördü. Kendisi de bu teşkilata giren halife, müslüman hükümdarlara mektuplar yazarak onların da bu teşkilata girmelerini istedi. 

Nasır li dinillah fütüvvetin yayılması ile ilgili bu faaliyetlerini devam ettirirken, Türkiye Selçukluları sultanı birinci Gıyaseddin Keyhüsrev, ikinci defa tahta oturmuştu. Bu sırada hocası ve Sadreddin-i Konevi’nin babası olan Mecdüddin İshak’ı muhtemelen siyasi bir birlik kurmak maksadı ile Bağdad’a, halife Nasır’a elçi göndermişti.

Mecdüddin İshak işlerini bitirip dönerken O’zaman Bağdad’da bulunan Muhyiddin ibni Arabi, Evhadüddin Kirmani ve talebesi Ahi Evren’i de beraberinde getirdi. Daha önce, Moğol tehlikesi sebebiyle Horasan’dan gelen Mevlana Celaleddin-i Rumi de, Selçuklu sultanlarının davetiyle Konya’da yerleşerek hizmetlerini yürütüyordu.

Bu büyüklerin, irşad faaliyetlerinin Anadolu’da birlik ve beraberliğin te’mininde büyük rolü oldu. Anadolu’da müslüman Türklerin hakimiyetinin manevi mimarları olan bu büyükler, cemiyet ve devlet hayatının istikrarında büyük gayret gösterdiler. 

Bunlardan Ahi Evren, daha önce Horasan ve Maveraünnehr’de iken Fahreddin-i Razi’den zahiri ilimleri ve Ahmed Yesevi’nin talebelerinden ve Şihabüddin Sühreverdi’den tasavvuf bilgilerini öğrendi. Onların sohbetlerinde kemale geldi. Hocası Evhadüddin Kirmani ile Anadolu’nun muhtelif yerlerinde halka vaz u nasihatlerde bulundu.

Hocasının kızı Fatıma bacı ile evlendi ve hocasının vefatından sonra Kayseri’ye yerleşti. Birinci Alaeddin Keykubad ve diğer devlet erkanı arasında pek hürmet gördü. Mürşid-ül-kifaye ve Yezdan Şinaht isimli eserlerini bu sultana hediye etti. Kayseri’de debbağlık yapıp elinin emeği ile geçinir ve halkı irşad etmekle meşgul olurdu.

Bilhassa esnafı bir çatı altında toplayıp teşkilatlandırdı. Fütüvvet-namelerden faydalanarak teşkilatın bir nevi yönetmenliğini yazdı. İslam ahlakını esas alan bu yönetmeliği esnaf ve san’atkar arasında tatbik etti. Onlar arasında İslam ahlakına dayalı bir birlik ve kardeşlik kurdu. Neticede ahilik teşkilatı kuruldu.

Diğer taraftan Fatıma bacı da kadınları yetiştirip, Bacıyan grubunu teşkil etti. Sünni bir alim olan Ahi Evren’nin kurduğu bu teşkilat da Sünni idi. 

Böylece teşekkül eden ahilik müessesesi Anadolu’da büyük hizmetler yaptı, Malazgird zaferi ile doğu Türk illerinde göçebe halinde yaşayan ve geçimlerini hayvancılıkta te’min eden pek çok Türkmen Anadolu’ya göç etmişti. Bir o kadarı da Moğolların zulmü sebebiyle Anadolu’ya geldiler.

Ahiler, bunları yavaş yavaş tarım hayatına sokup yerleştirmeye, esnaf, işçi, san’atkar olarak şehir ve kasaba hayatına alıştırmaya başladılar. Bu arada işsiz, başıboş gençlerin bir san’at ve meslek sahibi olmasını te’min ederek, başkasına muhtaç olmaktan kurtulmalarına çalıştılar.

Rumlar ile ermenilerin elinde olan san’at ve ticaret hayatına zamanla Türkler de katılıp, söz sahibi olmaya başladılar. Bütün bunların yanında ahiler, yaptıkları zaviyelerde müslüman tüccar ve esnafın ahlaki terbiyesi ile de uğraştılar. Ahi zaviyeleri zamanla memleketin her tarafına yayıldı. 

Ahiler, içtimai hayatdaki bu hizmetleri yanında ihtiyaç halinde gazalara ve memleket müdafaasına da katıldılar. On üçüncü asrın ilk yıllarında Çin’in kuzeybatısında katliamlara başlayan, kısa bir müddet içerisinde dünyanın siyasi haritasını alt üst eden ve Anadolu’ya doğru yaklaşan Moğol tehlikesine tedbir aldılar.

Moğolların önlerinden kaçıp gelenlere kucak açarak Anadolu insanını, Moğollara karşı, gaza aşkı ile dolu cihad yolunda Allahü tealanın rızasından başka bir şey düşünmeyen kimseler olarak yetiştirmeye çalıştılar ve bu insafsız düşman karşısında kahramanca mücadele ettiler. 

Nihayet Moğollar, 1243 yılında Kayseri’yi muhasara edip, çetin bir muharebe sonunda şehri ele geçirince, binlerce ahiyi şehid ettiler Anadolu’nun karışıklıklar içerisinde olduğu bu sırada, Ahi Evren’i de Kırşehir’de öldürdüler. 

Kısaca sulhde muallim, muharebede asker olan ve Anadolu’nun her tarafına yayılmış bulunan ahiler, gerek Moğol zulmü ve gerekse başka karışıklıklarla sıkılan ve bunalan insanlara maddi ve manevi güç ve moral vererek Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna kadar Anadolu’yu dini ve milli birlik içinde tutmaya muvaffak oldular. 

Bu sırada Söğüt civarında gelişmekte olan Osmanlı Beyliği’nin emrine koşan ahilerin bir kısmı, uçlara yerleşip zaviyeler kurdular. Doğudan bu mıntıkaya gelen Türkmenlerin erkeklerini ahi erkekleri, kadınlarını da Fatıma bacının yetiştirdiği bacıyan grubu terbiye etti. Böylece üç kıt’ada altı asır at koşturacak olan istikbaldeki Osmanlı neslinin temelini attılar. 

Bu esnada itibarlı bir ahi olan Şeyh Edebali, Osman Gazi ile yakın münasebetler kurup kızını ona verdi. Orhan Gazi ve Murad-ı Hüdavendigar ahilerden olup, vezirleri Alaeddin ve Çandarlı Kara Halil de ahi idiler. Böylece ahilerden bir kısmı alim, kadı olarak ilim sahasında, bir kısmı vali ve komutan olarak idari ve askeri alanda, bir kısmı da ticaret ve san’at alanında bu yeşeren Osmanlı filizini beslemeye başladılar.

Ahilerin İslam’ın emri olan, zamanın kıymetini bilmek, disiplinli bir hayata sahib olmak, istişare etmek, adil olmak ve adalet esaslarını aşıladıkları küçücük bir aşiret, kısa zamanda büyük bir devlet olmaya başladı. 

Zaman zaman devletin yükünü hafifletici hizmetlerde de bulunan ahiler, Bursa’yı Düzmece Mustafa’nın hücumundan korudukları gibi, 1360 yılında idareleri altındaki Ankara’yı sultan birinci Murad’a teslim ettiler. Bu hizmetlerine karşılık Osmanlılar, ahilere yardımcı olup, hürmet göstererek halkı yetiştirmeleri için teşvikde bulundular.

Bu yüzden daha sonra birinci Murad’ın ahilerin başı olduğu ve kendisinden Ahi Murad diye bahsedildiği de bilinmektedir. Osmanlı Devleti kuvvetlenip Anadolu’ya hakim olduktan sonra, ahiler daha ziyade hayırsever bir cemiyet, bir esnaf teşkilatı şeklinde faaliyetlerini devam ettirdiler. 

Ahiler arasında sanatın okumakla değil, ahinin yetişmesi için, üstaddan öğrenmesi şartı getirilip yamaklık, çıraklık, kalfalık, ustalık yiğitbaşılık, ahi babalık ve kethüdalık safhalarından geçmesi şartı vardı. Gündüz san’atında ve işinde çalışan ahiler, akşamları kendilerine mahsus binalarda sohbetlere katılırlardı. Böylece ahilerin ahlaki terbiyesi ihmal edilmezdi. 

Ahilerin kendilerine mahsus kıyafetleri vardı. Ondördüncü asır seyyahlarından İbn-i Battuta, üstlerine hırka, başlarına sarık sarılı beyaz yünden bir külah ve ayaklarına mest gibi ayakkabı giydiklerini bildirmektedir.

Âhiliğe kabul edilen namzede şeyh tarafından, şedd-i bend denilen ve ahiliğin nişanı kabul edilen bir kuşak kuşatılırdı. Ahiler kuşaklarında, büyükçe bir bıçak taşırlardı. 

Ahilik teşkilatında şu mertebeler bulunurdu: 1- Teşkilata yeni giren yiğitler, 2- Ahi bölükleri. Altı bölük olup ilk üç bölüğe Eshab-ı tarik, diğer üçüne de nakib denirdi. 3- Halife, 4- Şeyh, 5-Şeyh-ül-meşayıh. 

Ahilerin idare hey’eti, her san’at kolunda, kendi azaları arasından seçilmiş beş kişiden meydana geliyordu. Kendilerine kadı tarafından seçimden sonra resmi vesika, icazet verilip, icraatları ve neticeleri büyük meclise bildirilirdi. Birlik idare hey’eti her ay üç gün toplanırdı. İdare hey’eti, birliğin hazinesi mahiyetinde olan orta sandığını idare ederdi. 

Ahilik haftası
Ahilerin kendilerine has merasimleri vardır. Bunlardan bazıları şöyledir: 

1- An’anevi Ani Evren merasimleri: Senelik olup, Ahi Evren’in türbesinin bulunduğu Kırşehir’de yapılır. 

2- Yol atası ve yol kardeşliği merasimi: Ahiliğe girmek talebinde bulunan gençlerin birliğe kabul edilmesi mahiyetindeki bir merasim olup, zamanla çırak kabul etme merasimi halini aldı. 

3- Yol sahibi olma merasimi: Çıraklık müddetini tamamlayanların kalfalığa yükseltilmesi için yapılan merasimdi. 

Ahilerin yönetmeliği olan fütüvvetnamelere göre, ahinin üç şeyi açık olmalıydı: Eli açık, yani cömert olmalı; kapısı açık, yani misafirperver olmalı; sofrası açık, yani aç geleni tok göndermeli.

Üç şeyi de kapalı olmalıydı: Gözü kapalı olmalı, yani kimseye kötü nazarla bakmamalı; kimsenin aybını görmemeli, dili bağlı olmalı, yani kimseye kötü söz söylememeli; beli bağlı olmalı, yani kimsenin namusuna ve şerefine göz dikmemeli. 

Ahilik mensuplarının, takdir edilmelerinin yanında cezalandırıldıkları da olurdu. Fütüvvetnamelerde şu on sekiz şeyin ahiyi ahilikten çıkarma sebebi olduğu, ayrıca cehennemlik yapacağı yazılıdır:

1- Şarap içmek, 2- Zina yapmak, 3- Livata yapmak, 4- Dedikodu ve iftira etmek, 5- Münafıklık etmek, 6- Gururlanıp kibirlenmek, 7- Sert ve merhametsiz olmak, 8- Hased etmek, kıskanmak, 9- Kin tutmak, affetmemek, 10- Sözünde durmamak, 11- Kadınlara şehvetle bakmak, 12- Yalan söylemek, 13- Hıyanet etmek, 14- Emanete riayet etmemek, 15- İnsanların aybını örtmeyip, açığa vurmak, 16- Cimrilik etmek, 17- Koğuculuk ve gıybet etmek, 18- Hırsızlık etmek. 

Yine ahi yönetmeliği olan fütüvvetnamelere göre; ahi, helalinden kazanmalıdır. Hepsinin bir san’atı olmalıdır. Yoksul ve düşkünlere yardım etmeli, cömert olmalıdır. Âlimleri sevmeli, hoş tutmalıdır.

Fakirleri sevmeli, alçak gönüllü olmalıdır. Temiz, iyi kimselerle sohbet etmeli, namazını kazaya bırakmamalı, haya sahibi olup, nefsine hakim olmalı, dünyaya düşkün olanlarla beraber olmamalıdır. Bunlar asırlarca Osmanlı insanının ahlakının temel taşı olan hasletler haline geldi. 

Bir taraftan ahi kuruluşları, diğer taraftan tasavvuf ehlinin gayretleri ile Osmanlı insanı bu güzel hasletlerle yoğruldu. Zamanla Osmanlı’ya has ideal bir insan tipi ortaya çıktı. Bugün Osmanlı efendisi, Osmanlı kadını denince nezaketi, edebi, terbiyesi ve kibarlığı ile olgun ve örnek bir insan hatırlanmaktadır. 

Osmanlı insanının yetişmesinde bir mekteb vazifesi yapmış olan ahi zaviyeleri, aynı zamanda yolcuların misafir edildiği, muhtaçların ihtiyaçlarının görüldüğü yerler idi. İbn-i Battuta Seyahatnamesi’nde, “Anadolu’da Türkmenlerin yaşadıkları şehir, kasaba ve köylerde bulunan ahiler, san’at sahibi kimseler olup, aynı meslekte çalışanlardan meydana gelen ve birbirleri ile yardımlaşan bir topluluktur.

Yabancıları karşılayıp, ihtiyaçlarını te’min ederler. Dünyanın hiç bir yerinde benzerlerine rastlamak mümkün değildir” diyerek onların müsafirperverliğini övmektedir. İbn-i Battuta, Kastamonu’daki bir ahi müsafirhanesini de şöyle anlatır: “Burayı Emir Fahreddin adında bir zat yaptırmış.

Köyün gelirini de müsafirhane için vakfetmişti. Müsafirlere hizmet için de kendi öz oğlunu vazifelendirmiş. Müsafirhane karşısında bir de sıcak sulu hamam yapmış ki, gelip geçenler ücretsiz yıkanıp paklansınlar.

Mekke, Medine gibi mübarek beldelerden, Horasan, Şam, Irak, Mısır gibi uzak diyarlardan gelen müslüman fakirler için vakıfdan kişi başına birer kat elbise ile ilk gün için 100 dirhem, kaldığı diğer günler için yetecek kadar et, ekmek, yağ, pirinç pilavı ve tatlılar tahsis edilmiştir. 

Osmanlı Devleti’nin bünyesinde bütün bu hizmetleri yapmış, san’at ve ticaret hayatını Osmanlı’nın maddi ve manevi yapısına göre düzenlemiş olan Ahilik teşkilatı, diğer kıymetli müesseseler gibi bilhassa İngiltere’nin desteklediği Mustafa Reşid Paşa tarafından hazırlanan Tanzimat fermanı ile büyük bir sarsıntı geçirmiş, hatta ortadan silinmek tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır.

Ancak Osmanlı’da derin izler bırakan bu müessese, eski parlaklığı ile olmasa da devam etmiştir. 

Ahilik haftası KAYNAKLAR

Dünya Gazetesi

Türkçe Bilgi

Ahilik PDF   Ankara Üniversitesi

1) Rıhle-i İbni Battuta; sh. 185

2) Şakayık-ı Nu’maniyye Tercümesi (Mecdi Efendi); sh. 33

3) Âşıkpaşazade Tarihi

4) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 115

5) İslam Âlimleri Ansiklopedisi; cild-8, sh. 69

6) El-Fusul-ül-müntehabe min asar-il-futüvvet-it-Türkiyye vel-islamiyye (M. Cevdet, İstanbul-1922)

7) İslam Tarihi Ansiklopedisi; cild-1, sh. 201

Şişli Belediye Başkan Adayı

HASAN SEZGİN

PERPA HABERLERİ

PERPA FAALİYETLER

PERPA TİCARET MERKEZİ

PERPA İLETİŞİM

PERPA LİFE FACEBOOK

30 Ağustos Zafer Bayramı Kutlu Olsun 2021

30 Ağustos Zafer Bayramı Kutlu Olsun

Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk’ün, düşman birliklerini Anadolu’dan çıkarmak amacıyla başlattığı harekât sonucu işgalci birlikler Anadolu topraklarından sürüldü.

30 Ağustos Zafer Bayramı Kutlu Olsun

30 Ağustos Zafer Bayramı Kutlu Olsun

30 Ağustos Zafer Bayramı Kutlu Olsun

Atatürk’ün başkomutanlığı sırasında yapıldığı için ”Başkomutanlık Meydan Muharebesi” adıyla da bilinen Büyük Taarruz’un başarıyla sonuçlanmasının ardından Yunan Orduları İzmir’e kadar takip edildi ve 9 Eylül 1922’de İzmir’in kurtarılmasıyla Türk toprakları Yunan işgalinden kurtarıldı. İşgal birliklerinin ülke sınırlarını terk etmesi daha sonra gerçekleşti ancak 30 Ağustos sembolik olarak ülke topraklarının geri alındığı günü temsil eder. İlk kez 1924 yılında Afyon’da ”Başkumandan Zaferi” adıyla kutlanan 30 Ağustos günü, Türkiye’de 1926’dan itibaren ‘ ‘Zafer Bayramı”adıyla kutlanmaya başlandı.

TAARRUZ AFYON’DAN BAŞLADI

Zafer Bayramı Kutlu Olsun

Zafer Bayramı Kutlu Olsun

Büyük Taarruz, Kurtuluş Savaşı sırasında Türk ordusunun işgalci kuvvetlere kesin ve son hamleyi gerçekleştirmek ve düşman birlikleri Anadolu’dan atmak için planlanmış gizli bir harekâttı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 20 Temmuz 1922’deki oturumunda kendisine dördüncü kez Başkomutanlık yetkisi verilen Mustafa Kemal Atatürk, taarruz kararını Haziran ayında aldı ve hazırlıkları gizli olarak yürüttü. Büyük Taarruz, Ağustos’un 26’sını 27’sine bağlayan gece Afyon’da başladı, Aslıhan civarında kuşatılan düşman birliklerinin, Mustafa Kemal Paşa’nın idare ettiği Dumlupınar Meydan Muharebesi’nde imha edilmesi ile Türk ordusunun zaferiyle sonuçlandı.

İLK KEZ ”BAŞKUMANDAN ZAFERİ” OLARAK KUTLANDI

Zafer Bayramı

Zafer Bayramı

30 Ağustos Zafer Bayramı, ilk olarak 1924’te Dumlupınar’ın Çal Köyü yakınlarında Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in katıldığı bir törenle ”Başkumandan Zaferi” adıyla kutlandı. Zaferi kutlamak için iki yıl beklemenin nedeni ise, 1923 yılının yeni Türkiye için hem ulusal hem de uluslararası alanda yoğunluğun fazla olmasındandı. Dumlupınar’ın Çal Köyü’nde gerçekleşen ilk törende Mustafa Kemal, milli ruhun canlı tutulmasının önemini vurguladı ve ”Meçhul Asker Abidesi”nin temelini eşi Latife Hanım ile beraber attı.

30 AĞUSTOS ”TAYYARE BAYRAMI”

Mustafa Kemal Atatürk

Mustafa Kemal Atatürk

1926 yılından itibaren Zafer Bayramı olarak kutlanan Başkumandan Zaferi’nin, 1 Nisan 1926’da kabul edilen Zafer Bayramı Kanunu’yla, 30 Ağustos Başkumandan Muharebesi gününün Cumhuriyet ordu ve donanmasının Zafer Bayramı olduğu, her yıl dönümünde bu bayram gününün kara, deniz ve hava kuvvetleri tarafından kutlanacağı belirtildi. Dönemin Savunma Bakanı Recep Peker yayınladığı bir genelge ile bayram törenlerinde neler yapılacağını detaylı bir şekilde belirtti. Hava Kuvvetlerinin ülke savunmasında önemli bir yeri olması nedeniyle, Tayyare Cemiyeti de 30 Ağustos tarihini “Tayyare Bayramı” olarak adlandırdı.

30 Ağustos Zafer Bayramı ABDULLAH GÜL İLE BİRLİKTE DEĞİŞTİ

1930 yılının ardından, Zafer Bayramı için özellikle 1960’lardan itibaren daha kapsamlı ve katılımlı bir şekilde kutlamalar yapılmaya başlandı. 30 Ağustos, Türkiye’de askeri okulların mezuniyet törenlerini yaptıkları gün oldu ve ayrıca tüm subay ve astsubay rütbe değişiklikleri bu tarihte geçerli olur. Zafer Bayramı uzun yıllar Genelkurmaybaşkanı’nın tebrikleri kabul ettiği bir bayram olarak kutlandı fakat bu durum Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Başkomutan sıfatıyla kutlamalara ev sahipliği yaptığı 2011 yılından itibaren değişti.

Mustafa Kemal Atatürk

Şişli Belediye Başkan Adayı

HASAN SEZGİN

PERPA HABERLERİ

PERPA FAALİYETLER

PERPA TİCARET MERKEZİ

PERPA İLETİŞİM

PERPA LİFE FACEBOOK

 

O Günleri Unutmayın

O Günleri Unutmayın Kurtuluş Savaşı Kahramanları

O Günleri Unutmayın

O Günleri Unutmayın

O Günleri Unutmayın

O Günleri Unutmayın

Bu akşam bir kadeh rakı doldurun kendinize. Ama öyle tek-duble falan değil! Hani şu eski müdavimlerin “domuz sıkısı” dedikleri türden. Sadece rakıyı beyazlatacak kadar su… Yanına beyaz leblebi; fazla değil 3-5 tane…

O Günleri Unutmayın

O Günleri Unutmayın

27 Ağustos 1922 sabahı Mustafa Kemal Paşa’ya telefonda kuşattıkları tepeyi yarım saat sonra alacaklarını bildirmesine rağmen bunu başaramayınca intihar ederek hayatına son veren Miralay Reşat (Çiğiltepe)’a;

O Günleri Unutmayın

O Günleri Unutmayın

Özellikle cephenin biraz gerisinde yüksekçe bir yere oturup tabancalarını dizlerine koyarak “Geri çekileni vururum” mesajı vermesi ve birkaç sefer geriye kaçan askerler üzerinde bunu bizzat uygulamasıyla “Deli Halit” lakabını alan Mirliva Halit (Karsıalan)’e;

Mustafa Kemal ve Deli Halit Paşa

Mustafa Kemal ve Deli Halit Paşa

Kütahya’nın Emet ilçesinden kendisi, Emet halkı ve süvarileri tarafından kaçırılan Yunan ordusunu kovalayarak İzmir’e giren ilk süvari birlikleri komutanı Ferik Fahrettin (Altay)’e;

O Günleri Unutmayın

O Günleri Unutmayın

Demiryollarının kesiştiği yer olan Eskişehir’e bir üs kuran ve savaş boyunca derme çatma trenlerle cepheye asker, cephane, malzeme nakleden; ray döşeten; gerektiğinde ray ve vagonlardan çelik söktürüp kılıç yaptıran miralay Behiç Bey’e;

İstanbul’dan bizzat kendisine gönderilen ve Mustafa Kemal Paşa’yı tutuklamasını emreden telgrafa rağmen “Ben ve kolordum emrinizdedir Paşam!” sözünü söyleyerek Mustafa Kemal Paşa’nın emrine giren Birinci Ferik Musa Kâzım (Karabekir)’a;

Kurtuluş Savaşı Kahramanları

Kurtuluş Savaşı Kahramanları

İzmit ile Adapazarı’nı geri alıp, Sakarya Meydan Muharebesi’ne katılarak üstün başarılar kazanan Birinci Ferik Kazım Fikri (Özalp)’ye;

Birlikleri ile İzmit ve adapazarı üzerinden Bilecik ve Eskişehir istikametine ilerleyen İngiliz kuvvetlerine Geyve yakınlarında ateş açarak onları durdurup geri püskürten ve Türk Kurtuluş Savaşı’nı fiilen başlatan ilk komutan olan Mirliva Ali Fuat (Cebesoy)’a;

Kurtuluş Savaşı Kahramanları

Kurtuluş Savaşı Kahramanları

Bahriye Nazırlığı’ndan ayrılan ve Anadolu’daki Milli Mücadele hareketine katılan albay Hüseyin Rauf (Orbay)’a;

İstanbul’dan Anadolu’ya silah ve mühimmat kaçıran, İtalyan işgalindeki Antalya depolarında bulunan silah ve mühimmatın Kuva-yı Milliye’ye kazandıran Mirliva İbrahim Refet (Bele)’e;

İstanbul Hükümeti tarafından ulusal hareketin önderlerinden biri olarak rütbesi kaldırılan, nişanları geri alınan ve idamına karar verilen Müşir Mustafa Fevzi (Çakmak)’ye;

Harbiye’de Askeri Taktik ve Strateji Öğretmenliği yapması nedeniyle başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Kurtuluş Savaşı’ndaki üstü düzey komutanların büyük çoğunluğu tarafından “Hocam” diye hitap edilen, Büyük Taarruz’dan önce taarruz stratejisinin belirlenmesi için yapılan toplantılarda, tedbirli ve titiz karakteri nedeniyle, taarruz planını çok riskli ve tehlikeli bulduğu için şiddetle itiraz eden, ancak yine de verilen emirleri, biri hariç, harfiyen yerine getiren Orgeneral Yakup Şevki (Subaşı)’ye;

Yaptığı konuşmaları ile zihinlerde yer etmiş usta bir hatip olan, Kurtuluş Savaşı’nda cephede Mustafa Kemal’in yanında görev yapan, sivil olmasına rağmen rütbe alarak bir savaş kahramanı sayılan Onbaşı Halide (Edip Adıvar)’ye;

Kağnıyla cepheye silah taşıyan Fatma Nine’ye;

İnebolu’da bulunan cephaneleri Ankara’ya götürülmesinde çocuğu ve kağnısıyla yer alırken, kış şartları nedeniyle cephane ıslanmasın diye battaniyesini cephaneye sarman, bebeğinede sarılıp onun donmaması için uğraş verirken donarak ölen Şerife Bacı’ya;

Onbaşı olduğunda neredeyse sadece kadınlardan oluşan birliği ile düşmanın cephe gerisine bir saldırı düzenleyen ve aralarında bir Yunan subayı dahil toplam 25 esir askerle geri dönen Erzurumlu Kara Fatma (Seher Erden)’ya;

Kocayayla baskınında geri çekilen silah arkadaşlarına cesaret vermek için hızla öne atılınca başından vurularak şehit olan Gördesli Makbule’ye;

Çanakkale’de ölen kocasından kalan tek hatıra elmas küpelerini bozdurup kendine bir tüfek alıp dağa çıkan ve Yörük Ali Efe’ye katılan Emir Ayşe’ye;

Düzenli ordu kurulana kadar yirmi aylık bir sürede düşman kuvvetlerinin Aydın kanadından Anadolu içlerine ilerlemesi engelleyen Yörük Ali Efe’ye;

Bekir Ağa Bölüğü`ne baskın düzenleyerek tutuklu bulunan vatansever ve aydınları kurtarıp Anadolu`ya geçmelerini sağlayan Yahya Kaptan’a;

Bir Fransız gemisini kaçırmayı başarınca ona layık görülen istiklal madalyasını geri çevirerek “Ben madalya için değil milletim içim savaştım” diyen İpsiz Recep’e;

Kumardan hileyle kazandığı 45 bin frank ile kendi deyimiyle İzmir’deki vatan görevine başlayan İngiliz Kemal lakabıyla anılan Türk ajan Ahmet Esat (Tomruk)’a;

Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın gizli örgütü Karakol’un yöneticisi Naciye Faham’a;

İşkence görmesine rağmen Karakol’un adresini vermeyen Topkapılı ebe Şahende’ye;

Felah Grubu’na saraydan bilgi taşıyan V. Murat’ın kızı Fehime Sultan’a;

İşgal protestolarında on binlere konuşan Şükufe Nihal’e;

Sebahat’e ;

Zeliha’ya;

Darülfünunlu Saime’ye;

12 yaşında İnönü muharebelerinde savaşan Nezahat’e;

“Muhabere bana düğündür Paşam” diyen Mustafa Kemal’in askeri Sivaslı Fatma Seher’e;

Çerkez kadınları örgütleyen Hayriye Melek’e;

Alaşehir’deki zulmü dünyaya çektikleri telgraf ile duyuran Makbule’ye; 

Nebile’ye;

Yunan işgaline elinde silahla karşı koyan Turgutlulu Çavuş Ayşe’ye;

Ödemişli Fatma’ya;

Köpekli Nuri Çetesi’ne katılan Aydınlı -namı diğer Binbaşı- Ayşe’ye;

Yörük Ali Efe’nin 1. bölüğünün 4. mangasında nişancı olarak savaşan Emire Aliye’ye;

Elinde balta ile Menderes Köprüsü’nde düşman bekleyen Arşın Teyze’ye;

Sarayköy’e gelen İngilizci Nasihat Kurulu’nun üzerine silahla yürüyen Adöv Ayşe’ye;

Başındaki yırtık örtüsünü erkeklerin yüzüne atıp, “alın bunları örtünün, verin silahları ben savaşırım” diyen Kezban’a;

Mavzeri hiç susmayan şehit eşi Senem Ayşe’ye;

Düğünde takılan altınları Ankara’ya bağışlayan Kastamonulu 17 yaşındaki Hatice’ye;

Üç kızını Mustafa Kemal’e emanet edip Sakarya Cephesine koşan ve yaralanan Ayşe Çavuş’a;

Düşmanla işbirliği yapan oğlunu vurup dağa çıkan Domaniçli Habibe’ye;

Erkek kılığında savaşan ve sonra kadın olduğu anlaşılan Halime Çavuş’a…..

Soyadını İnönü meydanında çarpışa çarpışa alan Mustafa İsmet’e;

“Geldikleri gibi giderler” deyip, geldiklerinden biraz daha hızlı gitmelerini sağlayan Mustafa Kemal’e…

Zafere, şerefe için; 

Afiyet olsun!

Yılmaz Özdil

Yılmaz Özdil

YILMAZ ÖZDİL

PERPA HABERLERİ   

PERPA FAALİYETLER   

PERPA ANA SAYFA  

PERPA İLETİŞİM

İstanbul Tarihini Hatırlamaya Başladı Lozan Erzurum Kongresi

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun göreve gelmesiyle İstanbul tarihini hatırlamaya başladı.

İstanbul Tarihini Hatırlamaya Başladı

İstanbul Tarihini Hatırlamaya Başladı

İstanbul Tarihini Hatırlamaya Başladı

Daha önceki yönetimlerde hatırlanmayan Lozan Antlaşması’nın ve Erzurum Kongresi’nin yıldönümünü İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu unutmadı. Lozan Antlaşması’nın 96, Erzurum Kongresi’nin ise 100. yılında İstanbul’un işlek caddelerindeki üst geçit ve bilboardlara bu anlamlı günlerin şerefine afişler asıldı.

İstanbul Tarihini Hatırlamaya Başladı

İstanbul Tarihini Hatırlamaya Başladı

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun göreve gelmesiyle İstanbul sokaklarında değişim rüzgarları esiyor. Daha önceki yönetimlerde hatırlanmayan Lozan Antlaşması’nın ve Erzurum Kongresi’nin yıldönümünü İmamoğlu unutmadı. Lozan Antlaşması’nın 96, Erzurum Kongresi’nin ise 100. yılında İstanbul’un işlek caddelerindeki üst geçit ve bilboardlara bu anlamlı günlerin şerefine afişler asıldı.

İstanbul sokaklarında değişim rüzgarları

stanbul Tarihini Hatırlamaya Başladı Ekrem İmamoğlu

İstanbul Tarihini Hatırlamaya Başladı Ekrem İmamoğlu

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 24 Temmuz 1923’de İsviçre’nin Lozan şehrinde imzalanan Lozan Antlaşması’nın 96. yıldönümü ile Erzurum Kongresi’nin 100. yılı dolayısıyla İstanbul’daki işlek cadde ve meydanlarına pankartlar astı.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun imzasını taşıyan afişleri görenler, “İşte İmamoğlu farkı” demekten kendilerini alamadılar.

DAHA ÖNCE RASTLANMAYAN AFİŞLER

Lozan Antlaşması’nın 96. yıldönümüne ithafen “Lozan Antlaşması’nın 96. yılında egemenliğimizi tüm dünyaya kabul ettiren bu zaferi bize kazandıranları saygıyla anıyoruz” ifadelerine yer verildi. Lozan Antlaşması’nın imzalanmasıyla birlikte Osmanlı İmparatorluğu için son derece ağır olan Sevr Antlaşması geçersiz sayılmış, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları tanımlanmıştı.

VATAN BİR BÜTÜNDÜR PARÇALANAMAZ

Erzurum Kongresi

Erzurum Kongresi

İBB’nin astığı Erzurum Kongresi’yle ilgili afişlerde, “Erzurum Kongresi’nin 100. Yılında ‘Vatan bir bütündür parçalanamaz’ diyenleri saygıyla anıyoruz” denildi.

Erzurum Kongresi, Türkiye’nin parçalanmasına ve işgaline karşı direnişin şekillendiği kongre olarak biliniyor. Erzurum Kongresi’nin önemini Mustafa Kemal Atatürk, kongredeki kapanış konuşmasında, “Tarih şüphesiz bu Kongremizi ender ve büyük bir eser olarak kaydedecektir” sözleriyle tarihe not düşmüştü.

Lozan Antlaşması

Lozan Antlaşması

Lozan Antlaşması

Lozan Antlaşması (veya yapıldığı dönem Türkçesi ile Lozan Sulh Muahedenamesi), 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin Lozan şehrinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle Britanya İmparatorluğu, Fransız Cumhuriyeti, İtalya Krallığı, Japon İmparatorluğu, Yunanistan Krallığı, Romanya Krallığı ve Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı (Yugoslavya) temsilcileri tarafından, Leman Gölü kıyısındaki Beau-Rivage Palace’ta imzalanmış barış antlaşması.

Gelişmeler

Lozan Antlaşması

Lozan Antlaşması

1920 yazına gelindiğinde I. Dünya Savaşı’nın galipleri mağluplar ile hesaplaşmalarını bitirmiş, savaşı kaybeden ülkelere barış antlaşmalarının kabul ettirilmesi süreci tamamlanmıştı.

Almanya’ya 28 Haziran 1919’da Versay’da, Bulgaristan’a 27 Kasım 1919’da Neuilly’de, Avusturya’ya 10 Eylül 1919’da Saint-Germain’de, Macaristan’a da 4 Haziran 1920’de Trianon’da anlaşmalar imzalatılmış ancak hesaplaşılmayan tek mağlup Osmanlı İmparatorluğu kalmış, 10 Ağustos 1920’de Sevr’de gerçekleşti. Üç Türk murahhası Paris’in banliyösü Sevres’de anlaşmayı imzaladılar.

Lozan Antlaşması

Lozan Antlaşması

Ankara’da TBMM’nin Sevr Antlaşması’na tepkisi çok sert oldu. Ankara İstiklâl Mahkemesinin 1 numaralı kararı ile anlaşmaya imza koyan üç kişiyi ve Sadrazam Damat Ferit Paşa’yı idama mahkûm etti ve vatan haini ilan etti.

Yunanistan dışında Sevr’i hiçbir ülkenin meclislerinde onaylamaması nedeni ile Sevr bir anlaşma taslağı olarak kaldı. Onaylanmamış olmasının yanı sıra Anadolu’daki mücadelenin de başarıya ulaşması ve zaferle sonuçlanması neticesinde Sevr Antlaşması hiçbir zaman uygulanamadı.

Buna karşın, İzmir’in Kurtuluşu ile Lozan Antlaşması’na giden süreçte Birleşik Krallık içinde 2 uçak gemisinin de bulunduğu donanmayı İstanbul’a göndermiştir. Aynı süreçte ABD de 13 yeni savaş gemisini Türkiye sularına göndermiştir. Ayrıca Amiral Bristol komutasındaki USS Scorpion gemisinin, istihbarat görevi de yapmak suretiyle 1908-1923 arası sürekli olarak İstanbul’da bulunduğu bilinmektedir.

İlk görüşmeler

TBMM Hükümeti’nin Yunan kuvvetlerine karşı elde ettiği zaferin ardından Mudanya Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından sonra İtilaf Devletleri 28 Ekim 1922’de TBMM Hükümeti’ni Lozan’da toplanacak olan barış konferansına davet ettiler.

Barış şartlarını görüşmek için Konferansa önce Başvekil Rauf Orbay katılmak istemiştir. Fakat Mustafa Kemal Atatürk İsmet Paşa’nın katılmasını uygun görmüştür. Mustafa Kemal Paşa Mudanya görüşmelerine de katılan İsmet Paşa’nın Lozan’a baş temsilci olarak gönderilmesini uygun buldu.

İsmet Paşa Dışişleri Bakanlığına getirildi ve çalışmalar hızlandırıldı. İtilaf Devletleri Lozan’a TBMM Hükümeti üzerinde baskı kurmak için[kaynak belirtilmeli] İstanbul Hükûmeti’ni de davet ettiler. Bu duruma tepki gösteren TBMM Hükümeti, 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırdı.

TBMM Hükûmeti Lozan Konferansı’na katılarak Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmeyi, Türkiye’de bir Ermeni devletinin kurulmasını engellemeyi, kapitülasyonları kaldırmayı, Türkiye ile Yunanistan arasındaki sorunları (Batı Trakya, Ege adaları, nüfus değişimi, savaş tazminatı) çözmeyi ve Türkiye ile Avrupa devletleri arasındaki sorunları (ekonomik, siyasal, hukuksal) çözmeyi amaçlamış Ermeni yurdu ve kapitülasyonlar hakkında anlaşma sağlanamazsa görüşmeleri kesme kararı almıştır.

Lozan’da TBMM Hükümeti, sadece Anadolu’ya saldıran ve orada yendiği Yunanlarla değil I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ni mağlup eden devletlerle de karşılaşıp hesaplaştı ve artık tarihe karışmış olan bu imparatorluğun tüm tasfiye davaları ile yüzleşmek zorunda kaldı. 20 Kasım 1922’de Lozan görüşmeleri başlamıştır. Osmanlı borçları, Türk-Yunan sınırı, boğazlar, Musul, azınlıklar ve kapitülasyonlar üzerinde uzun görüşmeler yapılmıştır. Ancak kapitülasyonların kaldırılması, İstanbul’un boşaltılması ve Musul konularında anlaşma sağlanamamıştır.

İkinci görüşmeler

Temel konularda tarafların tavize yanaşmaması ve önemli görüş ayrılıkları çıkması üzerine 4 Şubat 1923’te görüşmelerin kesilmesi savaş ihtimalini yeniden gündeme getirmiştir. Başkomutan Müşîr Mustafa Kemal Paşa Türk Ordusu’na savaş hazırlıklarının başlamasını emretmiştir.

Sovyetler Birliği eğer tekrar savaş çıkarsa bu sefer Türkiye’nin yanında savaşa gireceğini duyurmuştur. Haim Nahum Efendi öncülüğündeki azınlık temsilcileri de Türkiye’yi destekleyerek arabulucu olmuşlardır. Yeni bir savaşı ve kendi kamuoyunun tepkisini göze alamayan İtilaf Devletleri barış görüşmelerini tekrar başlatmak için Türkiye’yi tekrar Lozan’a çağırmıştır.

Taraflar arasında karşılıklı verilen tavizler ile görüşmeler 23 Nisan 1923’te tekrar başlamış, 23 Nisan’da başlayan görüşmeler 24 Temmuz 1923’e kadar devam etmiş ve bu süreç Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanması ile sonuçlanmıştır.

Taraf ülkelerin temsilcileri arasında imzalanan anlaşma, uluslararası anlaşmaların ülke meclislerince onaylanmasını gerektiren yasalar gereğince taraf ülkelerin meclislerinde görüşülmüş ve Türkiye tarafından 23 Ağustos 1923’te, Yunanistan tarafından 25 Ağustos 1923’te, İtalya tarafından 12 Mart 1924’te, Japonya tarafından 15 Mayıs 1924’te imzalanmıştır.

Birleşik Krallık’ın anlaşmayı onaylaması ise 16 Temmuz 1924 tarihinde olmuştur. Anlaşma, tüm tarafların onayladığına dair belgeler resmi olarak Paris’e iletildikten sonra, 6 Ağustos 1924 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Görüşülen konular ve alınan kararlar

Türkiye-Suriye Sınırı: Fransızlarla imzalanan Ankara Anlaşması’nda çizilen sınırlar kabul edilmiştir.

Irak Sınırı: Musul üzerinde antlaşma sağlanamadığı için, bu konuda Birleşik Krallık ve Türkiye Hükûmeti kendi aralarında görüşüp anlaşacaklardı. Bu anlaşmazlık Musul Sorunu’na dönüşmüştür.

Türk-Yunan Sınırı: Mudanya Ateşkes Antlaşması’nda belirlenen şekliyle kabul edildi. Meriç Nehri’nin batısındaki Karaağaç istasyonu ve Bosnaköy, Yunanistan’ın Batı Anadolu’da yaptığı tahribata karşılık savaş tazminatı olarak Türkiye’ye verildi.

Adalar: Midilli, Limni, Sakız, Semadirek, Sisam ve Ahikerya adaları üzerinde Yunan hakimiyeti hususunda Osmanlı Devleti’nin imzalamış olduğu 1913 tarihli Londra Antlaşması ve 1913 tarihli Atina Antlaşması’nın adalar hakkındaki hükümleri ve 13 Şubat 1914 tarihinde Yunanistan’a bildirilen karar, adaların askeri gayelerle kullanılmaması şartıyla aynen kabul edilmiştir. Anadolu kıyısına üç milden az mesafede bulunan adaların ve Bozcaada, Gökçeada ile Tavşan Adaları üzerindeki Türk hakimiyeti kabul edilmiştir.

Osmanlı Devleti tarafından Uşi Antlaşması ile 1912 yılında İtalya’ya geçici olarak bırakılan On İki Ada üzerindeki bütün haklardan on beşinci maddeyle İtalya lehine feragat edilmiştir.

Türkiye-İran Sınırı: Osmanlı İmparatorluğu ile Safevî Devleti arasında 17 Mayıs 1639’da imzalanan Kasr-ı Şirin Antlaşması’na göre belirlenmiştir.

Kapitülasyonlar: Tamamı kaldırıldı.

Azınlıklar: Lozan Barış Antlaşması’nda azınlık, Müslüman olmayanlar olarak belirlenmiştir. Tüm azınlıklar Türk uyruklu kabul edildi ve hiçbir şekilde ayrıcalık tanınmayacağı belirtildi. Antlaşmanın 40. maddesinde şu hüküm yer almıştır: “Müslüman olmayan azınlıklara mensup Türk uyrukları, hem hukuk bakımından hem de uygulamada, öteki Türk uyruklarıyla aynı işlemlerden ve aynı güvencelerden yararlanacaklardır. Özellikle, giderlerini kendileri ödemek üzere, her türlü hayır kurumlarıyla, dinsel ve sosyal kurumlar, her türlü okullar ve buna benzer öğretim ve eğitim kurumları kurmak, yönetmek ve denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak ve dinsel ayinlerini serbestçe yapma konularında eşit hakka sahip olacaklardır.”[8] Batı Trakya’daki Türklerle, İstanbul’daki Rumlar dışında, Anadolu ve Doğu Trakya’daki Rumlar ile Yunanistan’daki Türkler’in mübadele edilmeleri kararlaştırıldı.

Savaş tazminatları: İtilaf Devletleri, I. Dünya Savaşı nedeniyle istedikleri savaş tazminatlarından vazgeçtiler. Türkiye, tamirat bedeli olarak Yunanistan’dan 4 milyon altın talep etti[9] ancak bu istek kabul edilmedi. Bunun üzerine 59. maddeyle Yunanistan savaş suçu işlediğini kabul etti ve Türkiye tazminat hakkından feragat etti ve sadece savaş tazminatı olarak Yunanistan, Karaağaç bölgesini verdi.

Osmanlı’nın borçları: Osmanlı borçları, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan devletler arasında paylaştırıldı. Türkiye’ye düşen bölümün taksitlendirme ile Fransız frangı olarak ödenmesine karar verildi. Düyun-u Umumiye idare heyetinde bulunan yenik Alman İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu devletlerinin temsilcileri idare kurulundan çıkartılmış ve kurumun faaliyeti devam ettirilerek antlaşmayla birlikte yeni görevler verilmiştir. (Lozan Barış Antlaşması madde 45,46,47…55, 56).

Boğazlar: Boğazlar, görüşmeler boyunca üzerinde en çok tartışılan konudur. Sonunda geçici bir çözüm getirilmiştir. Buna göre askeri olmayan gemi ve uçaklar barış zamanında boğazlardan geçebilecekti. Boğazların her iki yakası askersizleştirilip, geçişi sağlamak amacıyla başkanı Türk olan uluslararası bir kurul oluşturuldu ve bu düzenlemelerin Milletler Cemiyeti’nin güvencesi altında sürdürülmesine karar verildi. Böylece Boğazlar bölgesine Türk askerlerinin girişi yasaklandı. Bu hüküm, 1936 yılında imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile değiştirilmiştir.

Yabancı okullar: Eğitimlerine Türkiye’nin koyacağı kanunlar doğrultusunda devam etmesi kararlaştırıldı.

Patrikhaneler: Dünya Ortodokslarının dini lideri durumundaki patrikhanenin Osmanlı Devleti zamanındaki bütün ayrıcalıklarının kaldırılarak sadece dinî işleri yerine getirmek şartıyla ve bu hususta verilen sözlere güvenilerek İstanbul’da kalmasına izin verildi. Ancak antlaşma metnine patrikhanenin statüsü hususunda tek bir hüküm konulmadı.

Kıbrıs: Osmanlı Devleti Ruslara karşı İngilizleri yanına çekebilmek için 1878 yılında Kıbrıs’taki hakları saklı olmak şartıyla geçici olarak Kıbrıs’ı Birleşik Krallık idaresine vermişti. Birleşik Krallık I. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine 5 Kasım 1914’te Kıbrıs’ı topraklarına kattığını resmen açıkladı. Osmanlı Devleti bu kararı tanımadı. Türkiye Lozan Antlaşması’nın 20. maddesiyle Kıbrıs’taki Birleşik Krallık egemenliğini kabul etti.

Erzurum Kongresi 

Erzurum Kongresi 

Erzurum Kongresi

Erzurum Kongresi, 23 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında Erzurum’da toplanan kongredir. 17 Haziran’da Vilâyât-ı Şarkıye Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti Erzurum şubesi tarafından toplanan Erzurum Kongresi Erzurum Umûmî Kongresi veya Umûmî Erzurum Kongresi olarak da anılır.

Kongreye çoğunluğu işgal altındaki 5 doğu ili Trabzon, Erzurum, Sivas, Bitlis ve Van’dan gelen 62 delege katılmış; 2 hafta süren kongrede alınan kararlar kurtuluş mücadelesinde izlenen çizgide önemli ölçüde belirleyici olmuştur.

Kongreyi geçici başkan olarak Erzurum delegelerinden Hoca Raif Efendi açmış; yoklamanın ardından yapılan oylamada Mustafa Kemal Paşa kongre başkanlığına getirilmiştir.

Aslında Kongre görüşmelerinin 10 Temmuz’da[3] başlaması öngörülmüş, delegelerin bir bölümünün anılan tarihte Erzurum’a gelememesinden dolayı ertelenerek, 23 Temmuz’da görüşmelere başlanılmıştır.

23 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında merkezi İstanbul’da bulunan Vilâyât-ı Şarkiyye Müdâfaa-i Hukûk-ı Milliye Cemiyeti’nin Erzurum şubesiyle Trabzon Muhâfaza-i Hukûk-ı Milliye Cemiyeti’nin Erzurum’da birlikte düzenledikleri mahalli kongreye Maçka temsilcisi olarak İzzet Eyüboğlu katıldı. Bu kongrede Mustafa Kemal Paşa oy çokluğu ile başkanlığa, Maçka temsilcisi İzzet Bey ve Erzurumlu Hoca Raif Efendi başkan vekilliğine seçildi.

Erzurum Kongresi’nin önemi ve özellikleri

Erzurum Kongresi 

Erzurum Kongresi

Manda ve himaye reddedilerek ilk kez ulusal bağımsızlığın koşulsuz olarak gerçekleştirilmesine karar verilmiştir.

İlk kez millî sınırlardan bahsedilmiş ve Mondros Ateşkes Antlaşmasının imzalandığı anda Türk vatanı olan topraklarının parçalanamayacağı açıklanmıştır.

Toplanış şekli bakımından bölgesel olmasına karşın aldığı kararlar bakımından millî bir kongredir.

İlk defa geçici bir hükümetin kurulacağından bahsedilmiştir.

Erzurum Kongresi Sivas kongresine bir ön hazırlık çalışması niteliğindedir.

İlk kez başkanlığını Mustafa Kemal’in yaptığı dokuz kişilik bir Temsil Heyeti oluşturuldu. Bu Temsil Heyeti bir hükümet gibi görev yapacaktır. (Temsil Heyeti’nin görevi TBMM’nin açılmasına kadar devam edecektir.)

Erzurum Kongresinin bir önemi de Batı Anadolu’da Yunan kuvvetlerine karşı mücadele eden Kuva-yi Milliye üzerinde büyük moral etkisi yaptı.

Erzurum Kongresi Mustafa Kemal’in sivil olarak görev aldığı ilk yerdir. Bölgesel bir kongredir. Kaynak: Wikiwand

PERPA HABERLERİ   

PERPA ANA SAYFA  

PERPA İLETİŞİM